Gökbel dağı

 

Sırtçantamdakiler

Hüseyin Avni KUNDURACIOĞLU

Günümüzde kullanılan karayolu 50’li yıllarda açılmadan önce, İzmir’e ulaşım Aydın üzerinden gerçekleşirmiş. Aydın’a ulaşmak için de ‘ünlü’ Gökbel Dağı’nı aşmanız gerekirmiş. Zira o yıllarda kullanılan yol, bu dağın üzerinden geçermiş. Dağ deyip geçmeyin Gökbel’e. O yıllarda bu dağı aşarak yolalanların korkulu rüyası olmuş her zaman. Gökbel’i ünlü yapan da bu geçit vermeyecekmiş tavrıymış tabii ki. Elbette sözlü ya da yazılı anlatımların yalancısıyım ben.

Jeolojik yapısı sonucu üzerinde oluşan devasa kaya parçalarının ürkütücü tablo çizmesinin ötesinde, sanki minare merdiveni çıkıyormuşcasına oluşan virajlar hep ürkütücü olmuş yolcular için. Gökbel Dağı üzerindeki bu yolu kullanan herkes çok iyi bilir ki, Gökbel 366 adet viraj sunmuş yol için. Bu yoldan geçmek zorunda kalıp bazen ürken, bazen coşan, bazen ise farklı duygulara sürüklenen tanıdık yolculardan biri de Halikarnas Balıkçısı’dır. Bodrum’a kalebentlik cezası için Aydın üzerinden ulaşmak zorunda olan/kalan Halikarnas Balıkçısı, Mavi Sürgün isimli kitabında Gökbel Dağı’ndaki yolculuğundan epeyce söz eder.

Aktarılanların etkisinden midir, yoksa bu dağa olan merak duygusundan mıdır bilemediğim farklı bir bakışa, daha doğrusu keşfetme isteğine sahip oldum hep bu rotanın. BODOSK’un doğa yürüyüşü programında geçen Pazar günü Gökbel Dağı’nın yer almış olması ,keyifli bir haber olarak ulaştı doğrusu. Nihayet düşlerimden biri daha hayat bulacaktı pazar günü.

İçinde bulunduğumuz araç, Aydın’ın Çine ilçesine 10 km kala sola doğru dönüp Akçaova’yı da ardımızda bırakıp dağların arasından uzunca bir süre döne döne ilerleyerek sonunda bir noktada durdu. Seferler Köyüne yakın olduğu için Seferler Yaylası olarak isimlendirilen bulunduğumuz yöre, çam ağaçlarının oluşturduğu ormanın varlığını hissettiriyor bizlere.

Sırtçantalarımızı sırtlayıp önümüz sıra akıp giden patikaya yöneliyoruz. Patika, bir süre düzlükte fıstık çamlarının altında yürüttükten sonra, bizi ormana ulaştırıyor. Daha doğrusu tepenin başlangıcına.

Çam ağaçları burada karaçama dönüşüyor. Kayaların yoğunlaştığı bölgede yolumuzu kayalar çizmeye başladı. Devasa bir kaya kütlesini solumuza alıp önümüz sıra giden patikayı izliyoruz. Patika yavaş yavaş yükseklere ulaştırıyor. Nefes alışlarımızın değişmesi bunun habercisi oluyor. Önümüz sıra ilerleyen arkadaşların keyifli bakışlarını takip ettiğimizde, yukarıdan akıp gelen ve bir bentten dökülürken çıkardığı ses ile aşağıya doğru süzülüp giden su ile karşılaşıyoruz. Fazla oyalanmadan derenin üzerinden atlayıp önümüz sıra ilerliyoruz. Ormanı oluşturan çam ağaçları daha da sıklaşıp göğe doğru boylu boyunca uzanıyorlar. Orman burada o kadar çok sıklaşıyor ki, ışık ağaçların arasından süzülerek ulaşıyor sanki. Çam kozalaklarının halıya dönüştürdüğü zeminde uzunca bir süre yürüyerek, kayaların yoğunlaştığı bölgeye ulaşıyoruz. Gökbel Dağı’nın epey yükseklerinde olduğumuzu hissetiren bir manzara karşılıyor bizi. İşte şu aşağıda görülen Seferler Sulama Göleti. Kayalar şekilden şekile girmiş bir durumda karşımıza çıkıp hayal güçlerimizi zorluyor.

Olasılıkla, geçmişte Gökbel Dağı’nın üzerinde dolanarak yükselen yol da buralardan geçiyor olmalıydı diye düşünüyorum. Gözlerimi kapatıp koca burunlu otobüsleri Gökbel’in stabilize yolunda bağırtılar çıkara çıkara yol alırken düşlüyorum. ‘’…Derken otobüs birdenbire yeryüzünden ayrıldı. Evet, tekerlek halâ yeryüzüne dayanarak dönüyor ve otobüs de şangırtı şungurtuyla ilerliyordu. Ama burası, işte en yaban halinden tutunuz da, en uysal ve yumuşak haline kadar dünya diye bildiğimiz yerin dışında ve o yerin tamamen yabancısı bir âlem, taş kesilmiş bir yabanlık okyanusu. Şurada kaya parçalarının izbandudu, kodamanı olan bir kaya parçası bir gözü kör, gülyabani gibi tek gözüyle bize ters ters bakıyor, orada bir dev anası, cami kubbesi boylu tonlarca ağırlığındaki bir taş memesini kaldırmış, otobüsümüz geçerken onunla vurup, koca taşıt aracını sinekmiş gibi ezmeye hazırlanıyor…’’

Patika, kayalık bölgeden yol bulup ilerletiyor bizi. Bu ilerleyiş, kayalık bölgeden uzaklaştırıp, ağaçların nispeten seyrek olduğu bölgeden yürütüyor. Çayırlık, çimenlik olan bu bölge ismini bildiğimiz bilmediğimiz endemik çiçeği yol arkadaşımız yapıyor. Mor çiçekler arasında ilerlerken, bir başka yol arkadaşımız olan kaplumbağalardan biriyle daha selamlaşıyoruz. Havanın konumu, yürüyüşe uygun güzellikte. Bazen tatlı tatlı esintiyle yüzlerimizi yalayıp geçiyor, bazen ise güneşin yakıcı ışınlarını tenlerimizde hissettiriyor. Doğa tüm şirinliği ile karşımıza çıkıyor. T.S. Eliot, “Nisan ayların en gaddarıdır” derken ne kadar haklıymış diye düşünmeden edemiyorum.

Yine ormanın derinliklerinde yol alırken buluyoruz kendimizi. Adeta yeşil bir denizin içinde kulaç atıyoruz. Bir yerlerimizden yakalamaya çalışan makileri ustalıkla aşıp, günün keyfini doya doya çıkarıyoruz. Elbette bu süreçte katettiğmiz yükseklikte, geride bıraktığımız zaman dilimi de yükseliyor. Gökbel’in en yüksek noktasına ulaşmakta olduğumuzun ayırdındayız artık.

Yukarılardan akıp gelen bilmem kaçıncı irili ufaklı dereyi aşıp orman yoluna ulaştık. Orman yolu bizi yeniden kayalık bölgeye ulaştırıyor. Kayalık deyip geçtiğime bakmayın sakın ‘’…’Gökbel’ denilen bu bölgenin içine daldıkça, gördüklerimizin dünyaya ait bir manzara olmadığına iyice inanıyoruz. Burada paldır küldür yıkılmış, tekinsiz ve şom bir dünya ; bir kabus, bir delilik var. Taşlar tımarhane kaçkını devler. Yeryüzü yırtılmış, parçalanmış. Dağların, o yarların suratsız ve nobran heybeti, insan hayalini uzaklara, jeolojik devirler ve dev ejderlere, koca kıtalara ‘gürr’ diye birbirinin üzerine yığmış olan zelzele ve gök gürültülerine götürüyor, insan korkuyor, o gök gürültüsünü, o depremi duyar gibi oluyor…’’

Kayaların üzerinde pervasızca dolaşıp, yükseltinin bize sunduğu muhteşem panoramik manzaranın keyfini sürüyoruz. Şu görülen Geyik Barajı değil mi ki?.. Bu dağdaki varlıklarını bildiğimiz dağ keçileri ile karşılaşma umudumuz yavaş yavaş kayboluyor. Ürktüler demek ki. Çakıcı Mehmet Efe, ‘Kızanlar’ıyla birlikte cirit attığı bu dağın neresinde Muğla Postası’nı soymuştu acaba? Şurası olamaz mı?

Yeniden orman yolunu takip edip zirveye ulaşmayı hedefliyoruz. Kısa bir süre sonra görüş alanımıza giren Orman Gözetleme Kulesi ulaştığımızın habercisi oluyor. Sarı çiçeklerin arasından adımlarımızı hızlandırıp zirveye ulaşıyoruz. Mevcut Orman Gözetleme Kulesi’nin hemen yanındaki kule görevini eskiden gören taş örgülü yapı daha çok ilgimizi çekiyor. Kulenin en üst katına çıkıp çevredeki bütün coğrafyayı izlemenin keyfini kaçırmıyoruz elbette.

Gökbel Dağı’nın 1424 metre yüksekliğindeki zirvesindeyiz şu an. Hava serin. Fazla oyalanmadan dağın farklı noktasından inişe geçiyoruz. Ormanın derinliklerinden aşağıya doğru rahat bir inişi gerçekleştirirken, orman kendine dair bütün görüntüleri önümüze seriyor; göğe doğru uzanmış ağaçtan fırtınada yıkılmış ağaçlara, yıldırımın dik bir çizgi gibi yardığı ağaçtan ormancıların dizdiği kütüklere kadar bütün ayrıntılara tanık olarak orman yoluna ulaşıyoruz. Artık daha rahatız, ne de olsa yürüyüşün sonuna ulaşmak üzere olduğumuzun ayırdındayız. Kurumuş dere yatağına girip kır çiçeklerinin renklendirdiği yemyeşil otların üzerinden ilerleyerek Seferler Göleti’ne ulaşıyoruz.

Müthiş güzel bir manzarada yürüyüşümüz sonlanmış olacak. Gün hafifçe kararmaya yakın. Göletin eşsiz manzarasının keyfini sürüyoruz bir süre.

Yürüyüşe katılan yaklaşık 60 kişilk azımsanmıyacak kalabalıktaki grup, pazar günlerini eşsiz güzellikteki bir doğanın içinde geçirmenin keyfini yaşıyor. Bugünkü yürüyüşün öncülüğünü yapan Hıdır abi, adeta bir derviş mütevaziliğinde dağı dolaştırmanın ve günü keyifli bitirmenin mutluluğunu yaşıyor. Seferler Göleti kenarında bir gün kamp yapma sözü verirken ışıldayan gözlerinden anlıyorum bunu.

Gökbel Dağı’na olan tutkumu/düşümü gerçekleştirmiş olmanın keyfiyle, araca doğru ilerliyorum. Elbette yol arkadaşlarıma şükranlarımı sunarak.

NOT- Tırnak içlerindeki alıntılar Halikarnas Balıkçısı’nın ‘Mavi Sürgün’ isimli kitabından. Sevgiyle selamlıyorum