SÜPHAN DAĞI DÜNYA BARIŞ TIRMANIŞI

1 Eylül 2014 günü Kulübümüzden Ali Kerim Mutlu ve ben Coşkun Yalçınalp, Süphandosd dağcılık kulübünün düzenlediği “Süphan Dağı Dünya Barış Tırmanışı” için Adilcevaz’daydık. Adilcevaz Bitlis ilinin bir ilçesi. Van gölünün kuzey kıyısının ortalarında bir yere kurulmuş. Ali Kerim ile birbirimizden habersiz olarak karar ve bilet aldığımızdan ikimizde ayrı ayrı otobüslere Tatvan’a geldik.  29 Ağustos günü Bodrum’dan bindiğim otobüs 29 saatte beni Tatvan’a getirdi. Ali Kerim ile otogarda buluşup oradan Adilcevaz’a geçtik. Hesapta biraz Tatvan’da gezmek vardıysa da benim oraya varış saatim olan 14.00’dan sonra Adilcevaz’a başka araç olmadığından hemen aktarma yapıp yola çıktık.

30 Ağustos günü tırmanışa gelenlerin toplanma günü. Yer, günde sadece 3-5 arabanın geldiği, herhangi bir otobüs şirket yazıhanesinin olmadığı, yerine göre düğün meydanı olan otogar. Oradan otobüsler ile kalacağımız yere gideceğiz. Kulübün otogarda bir pansiyon işletmesi var. Çalışanlar kulüp üyeleri ve geliri olduğu gibi kulübe aktarılıyor. Otogarın içinde ayrıca bir de müze var. Otobüslerimizi beklerken hem birbirimizle tanıştık, sohbet ettik hem de yine amatörce yapılmış, otogarda bulunan müzeyi gezdik. Amatörce yapılmış diyorum çünkü müze, müzeler genel müdürlüğü tarafından yapılmış bir yer gibi gözükmüyor.

Saat 17.00’a doğru otobüslerimiz geldi ve bizi gece kalacağımız erkek öğrenci yurduna götürdü. Yurt beldedeki İmam Hatip Lisesi öğrencileri için yapılmış. Pek konforlu olduğunu söyleyemem ama dağda çadırda gün geçirenler için bundan şikâyet etmek sanırım komik olur. Altışar kişilik ranzalı odalarımıza yerleştikten sonra Fethiye’den gelen bir diğer arkadaşımız Gezgin emekli Elk. Müh. Metin’i de alarak yemeğe çıktık. Zirve için Adilcevaz’a gelenler arasında Muğla bölgesinden bir orman mühendisi arkadaşımız daha vardı. Köyceğiz’den gelmişti.

Ev yemekleri yapan bir aile işletmesinde o yörenin güzel etlerinden yapılan, çok lezzetli ve de ucuz yemeklerimizi yedik. Ailenin reisi de kulübün üyesiymiş, bizimle birlikte o da zirve yapacakmış ve üstünü üstlük bir gün sonra yiyeceğimiz kamp yemeklerini de o hazırlatıyormuş.

Yemekten sonra yolun 300-500 metre aşağısında olan otogara gittik. Kulüp pansiyonunda buluştuğumuz arkadaşlar ile yine kulübün üyesi meşhur baston yapımcısı (Televizyonda onu tanıtan bir program yapılmıştı) Cumali’nin yakında bulunan atölyesine geçtik. Bize sergi odasında tanesi 150 ile 1500 tl arasında satılan bastonlarını gösterdi. Yurdumuzun bastonu ile meşhur diğer yerlerinden farklı olarak tek parça ağaçtan yapılan (diğer yerlerde gövde ve tutma yeri ayrı ayrı yapılıp birleştiriliyor), özel su alma yöntemi ile kurutulan ve üzerine ebru sanatı uygulana yegâne bastonları gördük. Tabi ki ebru sanatını bastona uygulayabilmek için uzun yıllar araştırma yaptığını ve tekniğini de gizli tuttuğunu da belirtti. Ancak ebru sanatını klasik şeklinden farklı yerlerde kullandığı için de tepkiler aldığını da buna ekledi.

Bastonlardan ayrıldıktan sonra hemen yakında kalan otogara geri döndük. Orada ki düğün başlamış bile. Bize de yer ayırmışlar. Gösterdikleri yerlere oturduk. Bilinen Kürt düğünü. Ortada halay çekenler, çevrede onları sandalyelerinde izleyenler. Çalan müzik ve şarkı tek düze. Adımlar üç ileri iki geri, eller birbiri ile tutuşmuş tempo ile sallanıyor. Bu böyle hiç değişmeden saatlerce devam ediyor.

Orada biraz kaldıktan sessizce ayrıldık. Sularımızı alıp yurda döndük. İki günün yorgunluğu ile yatağıma uzandığımda yakınlardaki bir başka düğünün tek düze müziği halen kulağıma gelmeye devam ediyordu.

Ertesi gün sabah erkenden kalkıp üç arkadaş kahvaltı için çarşıya indik. Çarşıda kaldırıma konmuş küçük tabureli masaları olan çok sayıda çay ocağı var. İnsanlar fırından pide, bakkaldan peynir alıyor ve orada çayları ile kahvaltılarını yapıyorlar. Biz biraz daha iyisini, en azından börek yiyebileceğimiz bir yer var mı diye biraz dolandık. Bulabildiğimiz sadece bir Karadenizlinin açtığı pastane ve gerçekte sade olup da peynirli, kaşarlı, patatesli diye isimlendirilmiş poğaçalar. Neyse ona da razıyız. Yanında çay olduktan sonra oda yeter.

Kahvaltı sonrası gezmek için biraz vaktimiz var. Çarşının sokaklarından ileride gözüken kale yıkıntılarına doğru yöneldik. Ancak zamanımız olmadığından yukarı çıkamadık. Tepedeki kaleye şöyle bir baktıktan sonra deniz kıyısına… pardon göl kıyısına yöneldik. Kalenin bulunduğu tepenin sahil tarafındaki yamacında 14.YY Selçuklulardan kalma Ulu cami ile onun biraz daha altında 16.YY Osmanlıdan kalma Tuğrul Bey camiler var. Tuğrul Bey cami bir dönem yarı beline kadar toprağa gömülüymüş. Sonradan etrafı açılarak tam olarak ortaya çıkartılmış, restore edilerek kullanıma açılmış. Gölün kıyısında da bir balıkçı barınağı var. Hiç bu kadar boş bir barınak görmemiştim. Kışın bizim tekneleri oraya mı götürsek acaba….

Seyahat öncesi benim en büyük yardımcım, yoldaşım Süheyla bana yardım etmek amacı ile gideceğim yerleri araştırıp bilgi toplarken, oradaki köylerin çok fakir olduğunu görmüş ve bir köy öğretmeninin yazısını okumuştu. Bunun üzerine bana onlara biraz yardım gönderelim demişti. Daha sonra bu yardımı kendi adımıza değil de BODOSK adına yapmanın daha anlamlı olacağını düşünerek konuyu telefon ile arkadaşlarımız Çağrı ve Ali Kerim’le paylaşmış, onlarında onayı ile bir yardım kutusu hazırlamıştık. Kutunun içine 20 ilkokul öğrencisi için ihtiyaç olabilecek yazı defteri, resim defteri, kurşun kalem, boya kalemi, silgi, kalemtıraş, hikâye kitabı, bunlara ilaveten öğretmen için bir top A4 kâğıdı, naylon zarf ve dosya, yapışkan bant, tel ve delme zımbası, zımba teli, tükenmez kalem, kırmızı kalem, okul için 1 adet orta atlas, 2 yaprak (75×105 cm) Türk Bayrağı, çocuklara 20 adet kâğıt bayrak ve biraz da şeker koyduk. Kutunun üzerine de bunun BODOSK tarafından Aydınlı beldesi köy okulu öğrencilerine (Kamp alanımız Aydınlı beldesinin Kışkıllı köyü at yaylası) Zafer bayramı hediyesi olarak gönderildiğini yazdık. Hediyenin verilmesi konusunda organizasyon sorumluları bize hediyenin köy okullarının bağlı olduğu Aydınlı beldesi ilköğretim okul müdürüne verilmesinin daha uygun olacağını söyledi. Henüz okulların açılmadığı, köy öğretmenlerinin olmadığı,  uygun köyün en iyi müdür tarafından bilenebileceği, köyde muhtarın hediyeyi kişisel dağıtıma tabi tutabileceği gibi neden ile bizde Adilcevaz’da hediyeyi teslim etmek üzere müdürün çağrılması istedik.

Sabah turumuzdan sonra öğleye doğru otobüslerimiz geldi ve yurttan bizi ve eşyalarımızı alarak otogara indirdi. Okul müdürü de buraya geldi ve hediyemizi ona takdim ettik. Her ne kadar zamanında ve içeriği açısından uygun olduğunu söylemişse de bana, müdür bu hediyeyi biraz küçümsemiş gibi geldi. Bu neden ile birkaç kere uzaktan geldiğimizi ve ancak bu kadar getirebildiğimizi söylenmek zorunda kaldım. Ayrıca kartımı da vererek eğer başka ihtiyaçları olursa bize bildirebileceklerini de söyledim.

Yaylaya çıkışımız minibüs ve belediye otobüsü ile 1,5 saat kadar sürdü. Öğleden sonra vardığımız kamp alanına çadırlarımızı kurduk. Bizden sonra da ileri saatlere kadar çok sayıda araba ile gelenler oldu.  Adilcevaz ve Aydınlı Belediye başkanları, jandarma karakol komutanı, iki korucuda zirve yapacak. Sadece dağcılar değil halktan kişilerde zirve için geldi. Katılım peyder pey gelenler ile ikisi İranlı 150 kişiyi buldu. İranlı çift sırf Süphan Zirve için Tebriz’den gelmişler. Katılımcılar toplu fotoğraf çektirdi. Açılış konuşmasını organizasyon başkanı Adem Gül yaptı ve arkasından Belediye başkanları da konuştu.

Alanda su yok. İçmek için şişe suları getirildi. Akşama doğru peynir, zeytin, ekmek, domates, elma, salatalık, çokella ve çukulatadan oluşan dağ kumanyamız dağıtıldı. Daha sonra hava kararmadan da akşam yemeği verildi. Kavurma, pilav, cacık ve köyceğizden gelen orman mühendisi arkadaşımızın bahçesinden toplanmış iri hünnaplar. Sessizlik saati 21.00 olarak bildirilmesine rağmen yemek sonrası yörenin insanı coştu. Halaylar çekilmeye, şarkılar söylenmeye başladı. Velhasıl sessizlik biraz zor sağlandı.

Zirve yapacaklar üç guruba ayrıldı. Daha önce dağa çıkmayanlar ve kendini iyi hissetmeyenler saat 02.00’da, kendini iyi hissedenler saat 02.30’da, hızlılar saat 03.00’da çıkışa başlayacak.

Tabi ki saat 01.00’da herkes uyandı. İlk gurup ancak 02.10’da çıkış yapabildi. Çok kişi kendinden emin değilmiş ki bu gurup yüz kişiyi geçti. İkinci gurup saat 02.45’de 33 kişi ile üçüncü gurup da 9 kişi ile saat 03.00’da çıkışa başladı. Ben, Ali Kerim ve Metin birlikte ikinci gurupta yola çıkacakken aramızda kopukluk oldu ve onlar zaten hazırız ne bekleyeceğiz demişler, karanlıkta da beni göremediklerinden haber verememişler ve ilk gurupla yola çıkmışlar. Ben de planlandığı gibi ikinci gurupla yola çıktım.

Zirveye çıkış için iki parkur varmış. Yaz ve kış parkuru. Yazın yaz parkurundan çıkılıp kış parkurundan iniliyormuş. Ancak bu sefer sanırım eğim daha az diye hem çıkış hem iniş için kış parkuru kullanılacakmış. (Kulüp üyesi birçok kişi sessiz de olsa bu kararın çok hatalı olduğunu defalarca söyledi) Kış parkuru yaz çıkışı için uygun görülmüyor. Sebebi ise zeminin çok kumluk olması. Yaz parkuru daha dik olmasına rağmen sert zemine sahip olduğundan çıkış için daha iyiymiş. İlk gurup kalabalık olmasından dolayı zor ilerledi. İkinci gurup onları çabuk yakaladı ama birleşmedi. Birinci guruptan dökülenleri topladı. Üçüncü gurup ise diğerlerine bakmadan yaz parkurundan çıkışa geçti, kendilerini yavaşlatacak bir unsur olmadığından da çok süratli ilerleyerek kısa sürede diğer gurupları geçti.

Böyle festivallerin sıkıntılarından birisi uygun olan olmayan herkesin gelmesi. Bizleri çok geciktiren bir orta yaş üstü kadının esasında akciğerlerinin doğuştan küçük olduğunu sonradan öğrendik. Kayalıklara kadar geri dönmeye de ikna edemedik. Bir başka sıkıntı da yüksek irtifa hastalığı gösteren kişilerin ya sıkıntılarını söylememesi ya da onu geri götürmeye istekli pek birilerinin çıkmaması. Bu neden ile neredeyse gencecik bir delikanlı ölüp gidecekti. Ben ikinci guruptaydım. Çıkış yolunda birinci guruptan kalan delikanlıyı ve onun yanındaki kişiyi gördüm. Bizim öncü onunla konuştu ve biz yola devam ettik. Ben gencin yanından geçerken midesinin bulanıp bulanmadığını sordum. Uyku hali, şiddetli baş ağrısı ve mide bulantısı. Açıkça yüksek irtifa hastalığı. Yanındaki halen onu aşağıya indirmek yerine bir üst kademeye son etap sayılacak olan kayalıkların altına kadar götürmeye çalışıyor.

Son etap sayılacak kayalıkların altına geldiğimizde yarım saat mola verildi. Burada ilk ve ikinci guruplar birleştik. Döküntüler geri dönmeyi kabul etmedikleri için görevliler tarafından arkadan zorlukla ve gecikmeli olarak oraya kadar getirildiler. O noktaya varışımız 7-8 saati bulduğundan ekip oldukça yorulmuştu ve katılımcıların bir kısmı da bu noktada “yeter artık burası bizim için zirve” demişti. Devam edecekler molanın arkasından yola çıktık. Tırmanış sırasında ekip başına bir haber geldi. Kayalıkların altına kadar getirilen genç artık konuşamıyormuş ve bilinç kaybı oluşmuş. Nihayet aşağı indirilmesi için talimat verildi de aşağıya indirdiler.

Kayalıklardan çıkış bir başka sıkıntı. Oynak, keskin kenarlı kayalar, bırak aşağılara düşmeyi olduğun yerde bir kaya üzerine düşsen bir yerini kırarsın. Bir de zirveye ulaşsak.. Tamam zirvedeyiz dediğimizde önümüze bir başka tepe çıkıyor. “Kratere geldik burası zirve” diyoruz, “hayır” diyorlar, “tamam artık işte tepeye çıktık” diyoruz, “hayır” diyorlar. Tabi ki bu arada yine çok kişi bulunduğu yeri kendi zirvesi olarak ilan ederek orada kalmayı tercih etti.

Kraterden itibaren disiplin tamamen kayboldu. Artık kopuk kopuk zirveye gidiliyor. Nihayet zirveye çıktık. Saat 12.00. Saat 02.00’da yola çıkanlar için molalar dahil tırmanış süresi 10 saat. Yer dar, defterin yazılması fotoğraf çekilmesi ve biraz soluklanmak için beklemeye kalktığımızda kalabalıklaşıyor ve yer kalmıyor. Bu neden ile Ali Kerim ile oyalanmadan dönüşe geçtik. Benim bir an önce aşağıya inme isteğim, Ali Kerim’in yemek mola ihtiyacı nedeni ile biz koptuk. Dedim ya disiplin diye bir şey kalmadı. Herkes kendi başına veya ikili, üçlü dönüş yolunda. Nihayet kayalıkların altına kazasız belasız inebildim.

Gördüğümüz, insanın bir hedefe ulaşabilmek için zorluklar altında kendi kendisi ile ne denli mücadele ettiği. Beyin “yürü” diye komut veriyor, beden “yeter ulan” diyor. Bazısında beyin kazanıyor, bazısında beden. Çok yerde düşerek bir yerimizi kırmayı, sakatlanmayı ve hatta ölmeyi neden göze alıyoruz. Hedefimizden geri dönmek istemediğimizden hastanın yanından geçerken, görmemezliğe gelebiliyoruz, bir an önce selamete ulaşabilmek adına ekip arkadaşımızı yolda bırakabiliyoruz. Neden? Bundan ne elde ettik? “Hiç” Sadece bir kayanın üzerine çıktık ve başardık diye bağırdık. Ama işte bence bu hayatın tıpkı aynısı. Hayatta da belirlediğimiz bazı hedeflere ulaşırken bazen kendimizden gereksiz yere çok şeyler vermiyor muyuz? Üç kuruşluk maddi değerler için ailemizi, arkadaşlarımızı, dostlarımı ihmal ederek, onları bir kenara iterek bir ömre bedel manevi değerleri kaybetmiyor muyuz? Sonunda elde ettiğimiz ne? “Hiç” Bir çukur, iki metre kefen bezi, üç-beş tahta parçası ve üstümüzü örtecek kadar toprak. Allah selamet versin!

Kayalıkların altında geldiğimde Metin ve birkaç arkadaş halen orada oturuyorlardı. Diğer kalanlar ve benden önce inenler dönüşe geçmişti bile. Metinlerde dönüşe hazırlanıyordu. Beş dakika nefeslenmenin arkasından bende onlara katıldım ve dönüşe geçtik. Öncü falan yok. Ayak izlerini takiple kampa dönüyoruz. Bir an önce inme telaşı ile durup dinlenmeden paldır küldür. Zaten değil midir kazaların en fazla gerçekleştiği yerin dönüş yolu olduğu. Ancak kayalıklardan sonra risk oldukça azaldığından en fazla bir yerimizi yaralarız o kadar. Ancak inanamıyoruz kendimize. Defalarca “Bittik, bu noktadan sonra artık tek adım dahi atamayız” dediğimiz birçok andan sonra dahi saatlerce yol yürümüştük. Kamp alanına geldiğimizde saat 17.00 olmuştu. Toplam 15 saat sürmüştü zirveye çıkış ve iniş. Orada da durmadık bir an önce dönelim diye çadırlarımızı toplamaya giriştik. Toplar toplamaz da Adilcevaz’a dönen ilk araca bindik. Dağda hastalanan genç halen oradaydı. Kampta dinlendirmişler ama çocuk halen iyi değildi. Araç dolar dolmaz yola çıktık. İlk olarak onu bir refakatçi ile hastaneye bıraktık ve biz yurda geçtik. Bizden sonra saatlerce dağdan dönüşler devam etmiş.

Gerek dönüş yolunda gerekse döndükten sonra konuştuklarımızdan bu zirvenin gerçekten çok zor olduğunda hem fikir olduk. Kimse bize bu kadar zor dememişti. Bu fikrimize Süphandosd kulübünün bazı üyeleri de katıldılar. Onların görüşüne göre bu zorluk parkur seçiminden kaynaklanmıştı. Aramızda Metin dahil 6-7 arkadaş daha yeni Ağrı zirveden dönmüşlerdi ve isyan halindeydiler. Metin “artık ben sadece doğa yürüyüşçüsüyüm, sakın beni dağlara çağırmayın” diyordu. Oda arkadaşım kendi arkadaşı ile telefonda konuşuyor “Ağrı hariç Türkiye’deki belirli 3000 üstü tüm dağları bitirdim, son dağ Ağrıya çıkışımı ise 10-15 yıl erteledim” diyordu. Ama eminim çok değil sabah kalktığında hepsi bu sözlerini unutacaklardır.

Kaldığımız yurda döner dönmez havlusunu sabununu alan kendini banyoya attı. Kadınlı erkekli. Kimsenin buna bakacak hali yok. Çok kişi banyo sonrası yemeğe bakmadan kendini yatağa attı. Ben de pek açlık hissetmememe rağmen temiz elbiselerimi giyinerek tekrar çarşıya indim. Aşırı yıpranan adalelerimin onarımı için kırmızı et ağırlıklı bir akşam yemeği yedim, suyumu alıp yurda döndüm.

Sabah erkenden kalktık. Bir gün daha orada kalacak olan Metin’e ve diğer arkadaşlara allahaısmarladık diyerek yurttan çıktık. Bir araç sevabına eşyalarımızla bizi alıp çarşıya indirdi. Para da istemedi. Bu konuda oldukça yardım severler. Yine poğaça ve çay ile kahvaltımızı yapıp Tatvan’a giden araca bindik. Araç tıklım tıklım dolu olmasına ve 1,5 saat yolun sürmesine rağmen yolcular yine kalkarak bize yer verdiler.

Tatvan’da eşyalarımızı otogara bıraktık ve dolaşmaya çıktık. İlçe turu ve güzel bir yerde güzel bir yemekten sonra döndük. Biraz gecikmeli olarak gelen otobüsümüzle binerek yine 29 saat sürecek olan dönüş yolculuğumuza geçtik.

Çok şükür nihayet evime sağ salim, kazasız belasız döndüm. Darısı sizin başınıza.

Coşkun YALÇINALP

04.09.2014